//-->

HİKAYELER

Sonbaharda Gölcük..

Sonbaharda Gölcük..

Görmeyeli iki yıl olmuş. İki, koca yıl ! Hani, ” iki yıl” diye söylerken, çok kolay geliyor ya dile; bu sefer de “iki yılın neresi koca” diye çelişkiye düşüyorum. Oysa neler sığmaz ki iki yıla; zamanı kocatan. O, çok şeyin sığdığı koca zamanlardan geriye dönüyorum; dergideki fotoğraflarına bakarken. Karlarla kaplı çam ormanının tam ortasında, buz tutmuş haliyle o kadar güzel ki… Soğuk bir düş gibi yüreğimi titretiyor, Gölcük.

İki yıl önce… Sonbaharın en güzel ayı, Eylül. Soğuktan titretmeyecek kadar sıcak ama sıcaktan bunaltmayacak kadar da serin bir hava. İki tarafı çamlarla kaplı bir orman yolu. İçerisindeki kalabalıkla birlikte bu orman yolunda keyifle ilerleyen bir araba. Camları sonuna kadar açılmış arabanın içerisini dolduran tertemiz bir hava. Ciğerlere doldurulan bu temiz havada; alınan nefeslere karışan, çamlara özgü o mis koku. Bir, kuş sesi eksik fonda. O mis kokuyu içime çekerken, gözlerimi kapatıp; ormanın derinliğinde kaybolmuş kuşların seslerini duymaya çalışıyorum. Gözlerim kapalı, ne kadar kalıyorum böyle bilmiyorum ama tam da kuşlar şakımaya başlıyor ki hayalimde;

duruyoruz birden.

Bir pınar başı ! Başı kalabalık bir pınar ama. Kimi yukarıdan aşağıya, kimi aşağıdan yukarıya parketmiş arabaların yolcuları; ellerinde bidonlar, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar pınarın başında. Arabadan inip sıraya giriyorum. Sıramı beklerken, pınarın methine misafir oluyor kulaklarım. Bu methin merakıyla daha da bir sabırsızlanıyorum beklerken. Nihayet sıra bana geliyor. Avuçlarımı uzatıyorum suyun altına. Suyu etrafa sıçratmamaya çalışarak, avuçlarımdan kana kana içiyorum. Kulaklarımın misafir olduğu az önceki methe, damağım şahit oluyor bu kez. Elimin tersiyle ağzımı kurularken, “ne kadar da haklıymış seni methedenler, zor olacak ayrılmak ” diyorum, pınara usulca. “Hele gölü bir gör; o zaman anlarsın zor ne demek ” diye kulağıma fısıldayarak cevaplıyor, pınar da beni. Ormanın derinliğiyle bu bilge pınarı başbaşa bırakıp, kaldığımız yerden devam ediyoruz yolumuza. Fazla değil, az bir tırmanıştan sonra; arabayı park edip, iniyoruz. Bir güvenlik görevlisi karşılıyor bizi. Ve yeşil renkli sürgülü, demir bir kapı ağır ağır çekiliyor…

Bir göl ! Bir göl ki, masmavi… Sanki insan eliyle yapılmış misali; yemyeşil çam ormanının tam da ortasına bırakılmış bir avuç mavi su gibi… Ellerimi uzatıp, avuçlarımın arasına alıyorum gölü. Sığmıyor, taşıyor avuçlarımdan göl. Devlerin gözyaşları mavi mi olur ? Bilmiyorum ama; ayağıyla açtığı çukura, avuçlarında biriktirdiği gözyaşlarını usulca bırakan koca bir dev geliyor gözlerimin önüne hayal meyal. Sonra… Sonra o koca dev, şaşkın bakışlarıma aldırış etmeden; aniden çıkıp geldiği, o koca zamanların içinde kaybolup gidiyor yine.

“Gölün parlaklığı karşısında, küçük bir yanılsama olmalı” bu diyorum kendime ve aldırmıyorum. Biraz daha ilerleyip, gölün tam kıyısında duruyorum. Aman Allah` ım, bir göl bu kadar mı güzel olur ? Karşı kıyıda… O, yeşilden kahverengiye doğru giderek koyulaşan renklerdeki koca çamlar… O çamların tepesinde öbek öbek beyaz pamuk bulutlar… Ağaçların arasında, neredeyse kaybolmuş restoranın o, kırmızı kiremitten çatısı… Hepsi ama hepsi; ayağımın dibinden başlayıp, gittikçe büyüyen gölün maviliğine aksediyorlar sırayla .

Çamlarla birlikte, adını bilmediğim ağaçların gölgelediği patika bir yol çepeçevre sarıyor gölün etrafını. O adını bilmediğim ağaçlardan dökülen yapraklar; mahir bir ressamın fırçasından çıkmış, harika bir sonbahar tablosu gibi uzanıp gidiyor gözlerimin önünde. Bu patika yolda yürüyerek her noktasına şahit olmak istiyorum gölün güzelliğinin. Yere dökülen yapraklara basmak tuhaf bir zevk veriyor bana. Yol boyunca uzanan sarı yaprakların çıtırtısı zalim gibi hissettirsede, yine de bu tuhaf zevkten alamıyorum kendimi.

Yaprakların çıtırtılarına kapılmış yürürken; iki katlı ama koca bir ev dikkatimi çekiyor birdenbire. Daha yakından görmek istiyorum bu koca evi. Kahverengi ahşap kaplaması, beyaz çerçeveli koca pencereleriyle o kadar güzel ki… Göl nasıl ormana yakışmışsa, bu koca ev de öyle yakışıyor göle. Sanki ev benimmiş gibi; hayallere dalıyorum bir an. Hayal bu ya; kitapları yok satan, ünlü bir yazarım. Uyanır uyanmaz; pencereye koşup gölü seyrediyorum her sabah. Sonra, ya pencerenin önüne yerleştirilmiş masamda ya da evin önündeki küçük iskelede yazıyorum yazılarımı. Göl masalları yazıyorum mesela. İskelenin hemen önündeki nilüferlerle, kurbağaların aşkını anlatıyorum bir masalda. Bir diğerinde; ağacın altına çekili kayığı her gece göle indirip, karşı kıyıdaki peri padişahının kızını görmeye giden delikanlının sevdasını anlatıyorum. Bir diğerinde… Bir diğeri
olmuyor, çünkü; “hadi bırak hayalleri, gidiyoruz ” diye çağırıyorlar beni. Boyumu aşkın hayallerimi, kayığın içerisinde bulduğum küçük bir şişeye tıkıştırıyorum çarçabuk. “Gerçek bir yazarın dikkatine “diye de küçük bir not iliştiriyorum şişeye. Ve öylece bırakıyorum göle…

Sonra adımlarımı kocaman açarak, arkadaşlarıma yetişiyorum kısa sürede. Sanki yetişmem gereken başka bir şey daha varmış gibi aynı koca adımlarımla devam ediyorum yürüyüşüme. Yürüyorum yürüyorum… Neredeyse o kahverengi evin tam hizasına geliyorum karşı kıyıda. Eve son bir kez daha bakıyorum ve evin önüne çekili kayığa da. Bu sefer de evin aksi göle düşmüş. Ve arkasındaki çam ağaçlarıyla, bulutlar bir de. Fakat bu kez göl mavi değil de yeşil sanki. Akşamın koyuluğu düşüyor olmalı göle… Karşı kıyıdan nilüferler pek seçilmesede, yeşil renkli gölün manzarası da başka bir keyif veriyor bana. Aldığım keyifle önüme bakarken, arada bir göle attığım kaçamak bakışlarla devam ediyorum yoluma.

Bu sefer, hani o ormanın derinliğinde kaybolan kuşlar birdenbire önüme düşüyor. Yol gösterir gibi, seke seke gidiyorlar önümden, şimdi. Adımlarımı küçülterek, kuşların adımlarına uyduruyorum. Kuşlar kendi dillerinde bir orman türküsü şakıyorlar. Biliyorum o türküyü ve kuşlara kendi dilimle eşlik ediyorum ben de. Kuşların peşi sıra, bir de bakıyorum ki başladığım yere gelmişim. Sabırsızlıkla beni beklerken buluyorum herkesi. ” Ha, geldin mi ? Hadi gidelim artık ” diyorlar. Dönüp arkama bir kez daha bakıyorum. Akşamın karanlığı iyice çöküyor gölün üzerine. Bir hüzün sarıyor etafı. “Ayrılığın hüznü olmalı bu ” diyorum içimden. Zor oluyor ayrılmak. Arabaya binerken, o bilge pınarın kulağıma fısıldadığı sözler geliyor hatırıma; ” hele gölü bir gör, o zaman anlarsın zor ne demek ” diyen.

O iki tarafı çamlarla kaplı orman yolundan aşağılara doğru iniyoruz arabamızla yavaş yavaş. Tam pınarın önünden geçerken; camı açıp, olanca sesimle bağırıyorum pınara ” haklıydın ” diye. Gülümsüyor pınar. Camı kapatıp, arkama yaslanıyorum.O şişeye sıkıştırdığım düşler geliyor aklıma. “Gerçek bir yazarın eline geçer mi ” diye düşünürken gülümsüyorum ben de.

Bugün 1 ziyaretçi (15 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol